İşçilerin Son Akşamında

Üzüldüğünde yalnız kalanlar ne yapar?

Küçülmüşlüğüyle, insan, hangi karanlığa sığar?

Bu üşüyüp durduğumuz gün ışıklarında 

Bizi kim görür gölgelerimizden?

Verdiğimiz hesaplar ne zaman biter vicdanımıza,

Ki onun sınırını biz, çocukluğumuzun göz yaşlarından,

Ergenliğimizin ruh şehitlerinden ve olgun yaşlarımızın

Doğmak bilmez kanserinden ördük.

Katarı yola çıkan ne şanslıdır ölüme karşı!

Çaresizce bekleyen ne kadar yalındır hüznün karşısında!

Yürüsün şimdi içsel ordular cehennemin istilasına!

Biz girdiğimizde, orada kimse kalmayacak.

Oraya layık olduğumuzdan değil, 

Bu soysuz yalnızlığımız, üç beş iyiye boyanmışın

Güzel cennetine nasıl sığar?

Yarın işçi bayramıdır;

Pek yaşasın içine ölen çocuklar!

Kahrolsun faşizm, kahrolsun hak etmeden yaşanmış

Yalnız karanlıklar...

Kazan Dairesi De Denilebilir Ama...

Sırtım ağrıyor, kemiklerim...

Kendimi eski ve büyük bir binanın zemin katında buluyorum. Metal bir kapı önündeyim. Kapı merdiven altında, kapının ardı karanlık.

Anahtar deliği var ve ne yazık ki hiç bir anahtar yok.

Kapının metaliyle, duvarın karası arasına parmaklarımı sokmaya çalışıyorum, girmiyorlar.

Tırnaklarımı sokuyorum, çekmeyi deniyorum, olmuyor, sımsıkı, çekiyorum tırnaklarım acıyor.

Çekiyorum ellerimi, tırnaklarımın içi kurum dolmuş, ellerim isler içinde.

Bir kapı var. Geçmek istiyorum. 

Sanki tüm tanrılar arkasında beni bekliyor.

Tümü karanlıklar içinde, gizleniyor.

Tanrılar gizlenmeyi neden seviyor?


Sırtım ağrıyor, kemiklerimin içi, üzerindeki etler, ayrılacak gibi titriyor, öyle ki titreyişleri, sızı şeklinde çeneme kadar geliyor, çenem titriyor.

Kapının soğuk metaline kulağımı yaslıyorum, ses var mı?

Bir fısıltı mıydı o? Konuşan biri mi... Ya da duyulmamak için mi fısıldaşıyorlar orada, arkada, içlerinde başka bir dil mi konuşuyorlar?

Ben çok dil öğrendim, kimse benim dilimi konuşmuyor.


Etim sızlıyor. Dayanamıyorum...

Tırnaklarımı sokup metalin tırtıklı boşluğuna, çekiyorum, asılıyorum.

Gelmiyor kapı, tanrılar acı mı seviyor?

Çekiyorum, tırnaklarım çıtırdayıp kırılıyor, duyuyorum. Çok zor ve uzun zamanda iyileşecekler yine.

Parmaklarımın, şişman ve bombeli yerlerinden,

Dönerek gelen kan damlalarına bakıyorum.


Bu kapı milim oynamıyor.

Bu binada da yok kimse. Tepeden zemine indim, aradım.

Kapının ardında tanrılar kıkırdıyor. Duyuyorum!

Zindan içinde olan ben değilim, hayır, onlar!

Sırtım öyle ağrıyor ki, 

kendimi doğurmayacak olsam,

hemen geçip giderdim.


Tanrılar acı ve kan seviyor.

Bende doğacak başka bir ben kalmadı.

Kapının önünde yığılıp kaldım işte, harlı sızılar içinde. 

Nasıl isterlerse öyle yaşasınlar şimdi.

Karanlıklar kapısı bana açılıyor...

Kurtlar ve Çişli Çocuk

 

Suyu çekiliyor sessizliğin,

Boz korkular indi, yerleşti.

Kalın gövdeli ağaçlar da kükreyip yıkıldı

Yağmurların değemediği, uzanamadığı

Hiçbir yer kalmadı, koskoca orman,

Su havuzlarında eridi, sesi kısıldı.

Çatlaklarındaki böcekler boğuldu.

Dallarındaki kurtçuklar döküldü.

Yosunları kararıp kısaldı,

Kıvrıldı etleri çürümenin,

Yapraklar hissizleşti, taşlar oyuldu,

Ayakta kalabilen yediverenlerin boyu

Cüce düşlerine sığdı saklandı.

Cüceler birbirine sarıldı, bekledi.

Soğuk geldi, dağlardan, sürülerce

Kurtlarla ve ağızlarındaki kanla.

Hayat kıvrılıp içine katlandı, çamurunda

Yarma dişli leşçil canavarlar;

Boz korkular indi, yerleşti.

Çocuk uyuyamadı yorganın altında,

Yatak derinleşti, gecenin çıtırtılarını

Ve cama vuran yağmuru dinledi.

Orman yorganını bacağında katladı.

Bir daha hiç ısınmayacak ayaklarında,

Yemyeşil otlaklar, çiçek çiçek dağlar,

İç içe öyküler büyüdü, çıkılmaz sarmaşıklar oldu,

Boz korkulardan bir krallık tacı, yapayalnız alnına;

Kurtlar hırlaya koşa geldi, kanları çocuğun yüzüne yerleşti.

Kasığına geçmiş bir çene, keskin dişler;

Çişini tuttu çocuk. Çişi gelmiş miydi?

Asbest

Allah bizi yalıyarlar üzerine inşa etti

Ve zeminimize hüzün döşedi

Çünkü fişeğinin kısa olduğuna inanan kaderciler bile

Patlayıp havaya uçabilsinler diye...

Çünkü hüzün, ancak tanrının adaletidir,

O estetik doğru, kazınıp atılamayacak kader, sürekli gözyaşıdır.

Bu hayatın bir geçici şölen olduğu doğurudur,

Çünkü ölerek hayat yaşanmaz.

***

Yalnız uzaklardan doğacak güneşler de,

tanrı boyunda kısaldılar

Onlar ısıtmayan hatıralar,

Kimliksiz katlanamayanlardır

Adaletin kıyısında sallananlar,

Hikayesiz, beklentisiz, anısızlardır...

***

Biz, bugünden önce öldük

ve yalıyarlardan dökülmedi gözyaşları

Biz, cenazesizleriz!

Biz, kötü üretim, kalitesiz varoluş, nahoş erotizmiz!

***

Ağza burna üç kere su alınca,

Ölmüyor yalnızlık.

Podcast ve Diğer Yalnızlıklar

Podcast ne kadar çaresiz bir şey. Sırtından geçen gün gibi insanın. Akşam olunca kulakları üşüten. Oysa siz beni, bir Berlin gecesinde kara karşı, beresiz de okuyabilirsiniz, inanıyorum ki daimi hüznüm, kırk senelik, bir duyulacak haklılık taşıyordur yanağımda, zira keşfetmediler henüz bir yanaklık.

Üçüncü katta az sayıda katılımcısıyla gürültülü dans kurslarına bakıyorum, hemen sağımdaki sokakta göçmenler harıl harıl ekmek yapıyor, ben bir spätideyim, karanlık bensiz imal edilmiyor.

Apartmanların yanan ışıklarında paltosunu ilikleyen bir baba oğluna eliyle kafasına beresini giymesini işaret ediyor. Soğuktan Alsancak kıyısındaki nem yemekten kürdana dönmüş tahta oturarakları anımsıyorum, nadiren müsade edilmiş ağaçları ve bin sene önce aralarındaki kaydırakların çatısına sığışıp biralı ağızlarla attığımız sloganları, yağmur bir şehir tarama faaliyetindeyken boydan boya, sırılsıklam, sorumsuz, ölüme hazır, nefer gibi bir yalnızlık. Bir kaç kişilik yalnızlık..

İnsan sadece gençken yaşıyor, size bir sır vereyim. Öncesi onu hazırlamak, sonrası onu anmak için. Yani biz çoktan öldük ve bu dopdolu göğsü acıdan bir gök gibi duran cehennem, hepimizin. Biriktirerek marş; bir bira, iki sokak, üç gözyaşı, dört şarkı, beş kar tanesi, altı altı altı, şeytan mesaisini bitirip evine kaçtı!

Evim bir bulvarın kuleli ucunda. 

Senin bana haykırdığın şeyler kadar yaşım var.

Hala göze alabilirim hayalimdeki gibi ölmeyi,

Dinin de bizim yalnız ölmemiz için bir engeli yok,

Serde, çok uzaklarda, bekliyorum, korkusuzca, gepegenç;

Şeytan bir podcast yapsa, bir Berlin spätisinin ses kaydı olurdu bir kış ayında,

Daha cehennem bir varoluş, pek nadir yaşadım ben.

Sizi, ihracat fazlası gecelerin, üretilmemiş yanaklıklarıyla,

Soğuktan kıpkırmızı selamlıyorum!


Af

Allah,

Eğer bakıyorsa bana,

Dilerim affetsin beni,

İstemezdim olayım verdiğini beğenmeyen, kibirli biri;

Ne çok ağladım verdiği bu ömürde yalnızca.

Boktan Negroniler, Boş Buzkalıpları ve Gübre Yüklü Geceler Üzerine


"Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik..."


Buzdolabının buzluk kısmı çok pis. Eve girdiğimden beri öyle, gerçi bir kaç hafta ancak oldu. Yok, iki ay olmuş, ama aslında ben temiz biriyimdir, temizlik de yaparım ama, nedense o buzluktaki buzları kırıp temizlemek vs. zor geliyor. Diğer yandan her an yapacakmışım gibi, buz kalıpları da tezgahın üzerinde. Girişin tam karşısında mutfak tezgahı, üzerinde boş buz kalıpları. Size bir içki ikram etmek isterdim, der gibi. Gelmeyen misafirlerime...

Negroni seviyorum. İçmek için cin, vermut ve campari gerekiyordu. Campari ve vermut ok de, cin pahalıydı, pink versiyonunu aldım, öyle güzel bir kokusu var ki... Fakat buz yok. Üzerine soğuk soda koyuyorum dolaptan. Soda dediysem, gazlı mineralli su. Her şeyim yarım yapıldak, çok şükür.

Yarın yine kendini Orta Avrupa sanan Doğu Bloğu şehirlerinden bir başkasına gideceğim; Gdansk. Geçen hafta da Szczechin'deydim; liman vinçleri, yığma kömür, deniz manzaralı is, martısız deniz, gübre yüklü gemiden şehrin rüzgar alan yöndeki mahallelerine basan bok kokusu. 

Bugün Türkiye biletimi iptal ettim. Vergiye bir ay altı gün var ve vergiyi ödeyince param çok çok güvenlik sınırında kalacak. Bugün, Kadıköy'de Hane'de, sevgilimin güzel gözlerine bakarak yiyeceğim mevsim mezelerini iptal ettim. Evde ramen yapmaya kalktım üstüne üstlük, bu kaçıncı denemem, hala bok gibi.

Fakir negronime kattığım gazlı suyun fıkırtısı da, planlarım gibi, 10 dakikada iptal. Sulu negroni, Berlin kışı, iptal olacak pek de çok şeyim kalmadı...

Ay dilbere çalıyor. Saat 21.38. 90'larda ben çocukken ne kadar fakirsek, o kadar fakirim. Marketten 3 Euro üzerinde bir şey almıyorum.

Hayatta kim istediği yerde bilmiyorum. Hayat da, sanki, iki mangalda ucuza tavuk kanat yapmalık gibi bir şey gibi gelmeye başladı git gide. Bir ladeslik kemiğim bile yok. Olsa ramen yemeğine et suyu olacaktı.

40 yaşındayım. Kaç senelik hayatımın yüzde kaçı hüzünle geçti diye düşünürken fark ettim ki; 38 gün sonra doğum günüm var. Ben burada kiminle kutlayacağım? En son 40. doğum günüm diye, genel bir çağrı vermiştim, doğup büyüdüğüm İzmir'de, üç arkadaşım gelmişti. 

Eski İtalyan filmlerinde, yuvarlak rakamlı yaşlarını, geniş ailesiyle, eşiyle dostuyla, büyük sofralarda, içerek ve gülerek ve eskiyi yad ederek kutlayan karakterlere çok özenirdim. Belki zamanım gelmemiştir.

Dedem, cenazesi için, gençler gelsin derdi. Dedemin cenazesini kalabalık uğurlarız diye düşünmüştüm, tanınır, sevilirdi. Benim arkadaşlarım geldi, gençlik yoktu diyemem ama kalabalığın esamesi okunmadı. Davutlar'ın köy camisi ya doldu, ya dolmadı.

Gelmeyen ne çok şey var hayatlarımızda. 

Bekledikçe öldüğümüz.

Size, neşeli bir blog armağan etmek,

Hiç istemezdim.

Zira, limansız şehirlere bile yanaşacak kadar cüretkar,

Bir gübre gemisi var beni takip eden, biliyorum.

Dünyanın her yanına yüzerek gelebiliyor.

Sizi,

karanlık gecelere 

saklıyorum.



Perdeler

Gece oldu ama perdeleri kapatmadım bu akşam,
Kim görecekse görsün kin ve sıkıntı dolu gözyaşlarımızı, çırılçıplak...
Soyunacak nasılsa tüm ağaçlar pencere önünde
Hepimiz çıplak olacağız, hüznün karşısında, en az herkes kadar.

belki tanrılar da,
kısa pantolon giyiyorsa
ve çizgili uzun çorap altına,
kulakta da iğneli küpe,
turuncu mavi,
kendine yuvarlanan batik tshirtlerde akıp giden zamana 
nah hükmediyorlar! bokum!

tanrılar, inanıyorum ki, göremiyorlar
perdelerin arkasını

insan bile
bırakmaz yoksa
insanı,

bu kadar acıyla.

Hurra auf die verborgene Tiefen!

Bazen tanrısız kalınca

Berlin göğü, 

Bir aralık bulup düşünmeye başlıyorum

Bulutların ve sert esen rüzgarın arasından

Yükselerek, hızla ay ışığına

İzmir izbelerine iniyorum

Orası Konak dehlizidir

Orası Alsancak'ın nem taşkını sokakları

Orası Basmane garının ışıklarıdır

Göztepe sahilinin inatçı balıkçılarının,

Çimde uyuyan evsiz çocukların koyağı.


Hiç bir yere gidememiş çocuklar orada

Hikayelerine sarılıp yatmışlar, uyuyorlar

Tanrının en derinde sakladığı acılar da onlara sarılıdır

Yemez, içmez, nefes almaz ve sadece üzülürler.

Zamanın ve yenilginin ötesindedirler.


Her şeyin birbirine uzak olduğu saatler bunlar.

İnsan gölgesine uzak, ağaç yanığına.

İzbeler sanılmasın ki, kini ve hüznü büyütür sadece.

Onlar ki enfes acılar, onlar ki karanlığın en derin estetiğidirler.

En erotik ağlayışımızdır bu akan!

Pek yaşasın izbeler! Pek yaşasın izbeler!

Pek yaşasın,

karanlık tanrılarına sarılıp

huzursuz uyuyanlar!

Pek yaşasın aptallar! Pek yaşasın çirkinler!

Pek yaşasın cümle ecinni, toprak altında dolanan böcekler!

Ve ruhların,

hiç bir zaman kaçıp temizlenemediği,

Eşsiz geceler!

Pek yaşasın izbeler!




Sarı

Sarının yedi tonu vardır; ama ben birini sayacağım bu akşam: 

imkansız uykunun 

gözbebeğinde yarattığı sarı.

İşçilerin Son Akşamında

Üzüldüğünde yalnız kalanlar ne yapar? Küçülmüşlüğüyle, insan, hangi karanlığa sığar? Bu üşüyüp durduğumuz gün ışıklarında  Bizi kim görür gö...